SAYENDE RAHATA KAVUŞTUK


2012 yılında yapılan kanuni düzenlemeyle, 4+4+4 sistemiyle birlikte 72 aydan 60 aya düşürülen ilkokula başlama yaşı, önceden olduğu gibi aralık ayı sonu itibariyle yeniden 72 aya çıkarıldı.
Nasıl ki, Yirmi Sekiz Şubat süreciyle, zorunlu eğitimin kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılmasındaki gerçek amaç, çocukların on dört yaşından önce İmam Hatip okullarına girmesini önlemekti; 2012 yılında zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademeli olarak birbirinden ayrılmarak, on iki yıla çıkarılmasındaki gerçek amaç da, çocukların on yaşını doldurmadan İmam Hatip okullarına girmesinin yolunu açmak olmuştur.
Hatta bu sefer biraz daha da ileri gidildiği, ilkokulu dört yıla indirerek bir yaş okul süresinden, ilkokula başlama yaşını altmış aya indirerek bir yaş ta okula başlama yaşından kazanmak suretiyle, İmam Hatip okullarına başlama yaşının dokuza indirilmesi hedeflendiği anlaşılmıştır.
İki uygulama da etrafı hak verebileceğimiz bazı gerekçelerle süslenmiş olmasına rağmen, özünde İmam Hatip okullarına yönelik kurgulanmıştır.
Bu iki uygulamaya da, “pedagojik gerçeklerden çok, ideolojik gerekçelerin öne çıkarılmış olması, bir ülkenin, ortak değerler oluşturularak, bilimsel temeller üzerine kurulması gereken eğitim planlamalarını objektiflikten uzaklaştırmış olması,” gerekçesiyle karşı çıkmıştık.
Bizim düşüncemizde olanlar, yönetimce, yönettikleri kurumlar “ele geçirilmesi gereken kale,” kendileri de “yönetime muhalif” olarak algılanıp, yöneticilik görevlerinden uzaklaştırılmıştı.
Peki, yedi sene sonra gelinen nokta nedir?
Eğitim alanında Türkiye tarihinin en kötü dönemini yaşadığımız, eğitimin dibe vurduğu, en tepeden en alt kesime kadar herkes tarafından kabul edilen, “eğitim bozgunu…”
Ya şimdi ne olmuştur?
En azından “eğitime başlama yaşı” konusunda aklın ve bilimin gereğine geri dönülmüştür.
Memleketini seven insanlar olarak, savunduğumuz fikirlere geri dönülmüş olması gururumuzu okşasa da eğitim alanında kaybedilmiş yedi yıl bizi üzmüştür.
Biraz ironi olacak ama bir Temel fıkrası tam da bu durumu özetlemektedir.
Temel, arkadaşlarına hep hasta olduğunu söyler ama arkadaşlarını bir türlü hasta olduğuna inandıramazmış. Hastalık ilerleyip Temel ölünce, Temel’i defneden arkadaşları, mezarının başına diktikleri mezar taşında şu yazıyı görürler:
“Hastayum dedum dedum inanmadunuz! Ne oldi şimdi?”
Olan belli. Milli eğitim, geçen yedi yıl içinde ideolojik hesaplar yüzünden dibe vurdu.
Her türlü bedeli ödemeyi göze alarak yaptığımız uyarılara rağmen, toplumun diğer kesiminden gerçek amaçlarını gizlemek için, konuyu içinden çıkılmaz hale sokarak, “Toplumu Yorgun Düşürme Politikası” izleyen yönetim, sonunda ortak akla geri dönmüştür.
Dileğimiz aksayan diğer konularda da aklın ve bilimin gereğine geri dönmeleridir…
 
Şimdi bir sözümüz de yönetime koşulsuz destek veren vatandaşlarımıza…
Düşünürlerine sahip çıkmayan, ideolojik nedenlerden dolayı, yönetimin uygulamalarını koşulsuz destekleyen, ülkenin geleceği olan çocuklarımızın eğitim hayatının heba edildiğini görünce, eski sisteme geri dönülmesini sevinçle karşılayan vatandaşlarımızın, durumunu anlatması açısından manidar bulduğumuz bir hikâye ile konuyu bağlayalım.
Vaktiyle evinin alt bölümünü hayvan beslemek için ahır olarak kullanan köylünün biri, ahırdaki hayvanların sayısı arttıkça, hayvanların çıkardıkları gürültüden aşırı rahatsızlık duymaya başlar.
Hayvanların gürültüsü aileyi o kadar çok rahatsızlık eder ki, artık canına tak eden ev sahibi dayanamayıp, o günlerde sorunları çözen kasabanın kadısına gider. Kapıyı çalıp içeri giren adam:
“Kadı Efendi!” der, “Benim büyük bir sorunum var.”
“Buyur evladım, nedir seni bu kadar sıkıntıya sokan sorun?” diye sorar kadı.
Adam anlatır: “Benim ahırımda on iki tane hayvanım var. Bu hayvanların gürültüsü bize üstte rahat vermiyor. Gürültüden dolayı uyku uyuyamaz, birbirimizi anlayamaz olduk. Bize bir çare…”
Kadı adamı baştan aşağı süzer, bakar ki adamın niyeti ciddi. Bir yol göstermeden çıkacağa benzemiyor. “Kolay evladım, senin sorununun çözümü.” der ve küçük bir kâğıt alarak üzerine bir şeyler yazdıktan sonra adama uzatır:
“Ahırdaki bütün hayvanları ailenizle oturduğunuz bölüme çıkar, bir gün sonra da tekrar bana gel,” diyerek kâğıdı adamın almasını ister.
Adam Kadıya gözlerini kısarak bakar. Herhalde benimle dalga geçiyor diye düşünüp tebessümlü bir ifadeyle sözlerini sürdürür:
“Kadı Efendi, şaka ediyorsunuz herhalde. Ben zaten gürültüden şikâyetçiyim bir de hayvanları bizim katımıza çıkarırsak…”
Kadı kaşlarını çatar:
“Sen benden sorununu çözmemi istemedin mi?
“Evet.”
“Ben de çözümü söyledim. İster uygularsın ister uygulamazsın senin bileceğin iş,” der ve sonra yüzünü kapıda bekleyenlere dönerek: “Sıradaki!” diye seslenir.
Adam kendisiyle dalga geçildiğini düşünerek kızgın bir vaziyette eve doğru yola koyulur. Ancak bir taraftan da aklına takılmıştır.
“Kadı benimle dalga geçmemiş ve doğru söylemiş de olabilir mi acaba? Koskoca kadı. Bir bildiği vardır her halde.” diye düşünüp, Kadının söylediğini uygulamaya karar verir.
O gece bütün hayvanları kendi kaldıkları bölüme çıkarır. Bu sefer artık evde yürüyecek yer kalmamıştır. Sabahı zor eder. Koşarak Kadıya çıkar:
“Kadı Efendi! Perişan olduk! Bütün geceyi ayakta sabahladık. Bırak yatacak, oturacak yerimiz bile kalmadı.”
“Hah!" der Kadı. “Şimdi git en büyük hayvanı ahıra indir, sonra sabahtan tekrar bana gel.”
Adam kadının söylediğini yapar. Sabah olup ta kadıya geldiğinde, “Bugün nasıl?” diye soran kadıya: “Sanki bugün dünden daha rahat.” diye cevap verir. Kadının: “Bugün de diğer büyük hayvanı ahıra indir ve yarın tekrar bana gel,” talimatı doğrultusunda, “Bugün daha rahat ettik diyerek, her gün bir hayvanı ahıra indiren adam, bütün hayvanların tekrar ahıra indiği gecenin sabahında, koşarak geldiği kadının ellerine sarılıp dua eder:
“Allah senden razı olsun Kadı Efendi! Sayende rahata kavuştuk! Meğer dünyada ne rahatlık varmış!”