KÜRTLERİN SIRASI


Biz her ne kadar “TÜRK” kavramını bir etnik grubun adı olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran halk olarak tanımlasak da,

Bütün etnik grupları kapsayan siyasal bir kavramdır desek de,

Bu ülkede birlikte yaşama iradesinin felsefesinin tanımıdır diye yırtınsak da;

Kendilerini bu kavram içinde görmek istemeyen, “TÜRK” diye tanımlanmaktan hoşlanmayan bu isimle anılmak istemeyen ve farklı olduklarını ileri sürerek, kendilerinin ısrarla “KÜRT” diye tanımlanmasını isteyen, bu isteklerini kabul ettirebilmek için terör dahil her türlü metodu kullanarak devlete karşı her türlü eylemi yürüten bir yapının var olduğunu anlamayan kimse kalmamıştır artık.

İster bugüne kadar uygulanan hükümet ve devlet politikaları diyelim, ister bu örgütün halk üzerinde uyguladığı baskı, terör ve aldığı diş destek diyelim. Ortadaki gerçek budur.

Son gelişmeler de göstermiştir ki; bu yapı ülkemizdeki “KÜRT” kökenli vatandaşlarımızın yaklaşık yüzde doksanının belki daha da fazlasının desteğini almıştır.

Bu yapının gerçek niyetini anlamak, biraz da kendimizi onların yerine koyarak onların açısından meselelere bakabilmek için bu akımın isteklerini de savunan bir eğitim sendikasının, yönetici konumundaki meslektaşlarımızla zaman zaman sohbetlerde bulunuruz.

Yine böyle bir buluşmada, eğitim sorunları ile başlayan sohbetimiz, siyasal ve sosyal boyuta doğru yönelince, grubun lideri konumundaki arkadaşımız “KÜRT” etnik yapısının adını öne çıkararak, bu etnik grubun ezildiğini, haklarının çiğnendiğini, ama şimdi o etnik yapı verdiği mücadele sonucu artık haklarını alma konusunda önemli bir konuma geldiğini ileri sürdü.

Artık bundan sonra çoğunlukta yaşadıkları bölgelerde özerklik ya da eyalet gibi bir siyasal yapılanmaya gideceklerini, Özerklik ilan edilen bölgelerde iç işlerini tamamen kendilerinin yöneteceği bir yapı oluşturacaklarını, Ana sınıfından başlayıp üniversite boyunca eğitimlerinin ana dillerinde yapılacağını, Özerk bölgelerde güvenliklerini kendilerinin sağlayacaklarını, memur ve çalışanlarını kendi özerk bölgelerinde kendilerinin belirleyeceklerini,  

Ancak resmi dil olarak Türkçenin olabileceğini, Türkiye genelinde diğer bölgelerde de kardeş iki halk olarak barış içinde yaşayacaklarını söyledi.

Sohbet ilerledikçe kendisine:

Farklı bir dille eğitimin bölünme açısından ayrıştırmayı başlatan çok önemli bir unsur olacağını, birlikte yaşayan insanların en olmazsa olmazının konuşma ve birbirini anlamak olduğunu, bunun yolunun da eğitim dilinin tek olmasından geçtiğini söylememiz karşısında  “bunun bir insan hakkı” olduğunu ileri sürerek isteklerinde ısrar etti.

“İsteklerinizi anlatırken iki farklı halktan bahsediyorsunuz. Mensubu olduğunuz halkın çoğunluk oluşturduğu bölgelerde özerk bir yapı kurmak ve diğer bölgelerde de diğer halkla eşit vatandaşlık statüsünde kardeş kardeş yaşamak istiyorsunuz. Bu isteğiniz birlikte barış içinde yaşamak istediğinizi iddia ettiğiniz diğer toplum tarafından, ‘madem kardeş kardeş yaşayacağız siz neden özerk bir yönetim istiyorsunuz?’ diye sorgulanıyor ve sizin kendinize avantaj sağladığınız yönünde algılanıyor. Neden böyle bir istekte bulunduğunuzun mantığını da bir türlü anlamıyorlar.”

Sözlerimizin karşılığında aldığımız cevap ise tam olarak şuydu:

“Artık daha da anlamıyorlarsa canları cehenneme!”

Bu sohbetten sonra çözüm arayan zihnimiz, ulusal düzeyde yayın yapan bir televizyon kanalımızda 18 Haziran 2015 günü, Hayko Bağdat’ın yönettiği bir söyleşide, mevcut siyasal durumu analiz etmesi istenen Ahmet Altan’ın söylediği sözlerle iyice karıştı.

Ahmet Altan özetle şöyle diyordu:

“Türkiye’nin sosyal yapısını analiz edersek Türkiye’de üç grup var.

1-Kemalistler(bu grubun içinde Türkçüler, ulusalcılar milliyetçiler var).

2-Muhafazakârlar(bu grubun içinde dindarlar var)

3-Kürtler

Kemalistler doksan sene dayandı, muhafazakârlar on iki yılda bitti, şimdi Kürtlerin sırası.”

Hikâye bu ya, vaktiyle Cibali polis karakoluna gücü kuvveti yerinde görüntüsü veren ancak ağzı, burnu, yüzü, gözü kan revan içinde on yedi genç adam gelerek şikâyette bulunur. Hepsinin ortak şikâyeti şudur:

Komiserim bu üç adam bizi dövdü.”

Komiser, bir duvara dizilmiş güçlü kuvvetli görüntüsü veren on yedi kişiye bakar, bir de bu on yedi kişinin şikâyetçi olduğu cılız çelimsiz üç kişiye. Acı acı tebessüm ederken başını bir sağa bir sola çevirerek, biraz kızgın biraz da alaycı bir ses tonu ile:

“Ya siz koskoca on yedi adam şu üç çelimsizden dayak mı yediniz?”

On yedi kişiden biri öne doğru eğdiği başını yukarı kaldırmadan cevap verir:

“Komiserim, biz, ayrı ayrı on yedi adamız, onlarsa birlikte üç adam.”

Ne dersiniz?

Ahmet Altan haklı olabilir mi?